DNA ve RNA’nın bileşenleri, uzay kayalarında da bulundu.
Gökbilimciler onlarca yıldır panspermi kuramı üzerine kafa yormuştu. Bu kurama göre yaşam, Dünya’ya bir gök taşı yoluyla gelmiş olabilirdi. Panspermi, cevaptan çok soru doğurduğu için bir zamanlar ihtimal dışı görülmüştü. Fakat son zamanlarda Dünya dışı cisimler üzerinde yapılan yakın incelemeler, bu uçuk fikrin o kadar da olanaksız olmayabileceğini gösteriyor.
Japonya’daki Hokkaido Üniversitesinde çalışan araştırmacılar, dört gün önce Nature Communications bülteninde yayımlanan çalışmalarında DNA’nın oluşması için gereken kimyasal bileşenlerin karbonlu gök taşlarıyla Dünya’ya taşınmış olabileceğini akla getiren bulgulara ulaştıklarını belirtiyor. Karbonlu gök taşları, Güneş sisteminin en eski maddelerinden bazılarını içeriyor. Bu tip maddeler tüm asteroitlerin yaklaşık %75’ini meydana getirse de, Dünya’ya nadiren düştükleri için üzerlerinde çalışma yürütmek pek mümkün olmuyor. Fakat bilgi yönünden bir hazine barındırıyorlar. Bu uzay kayalarının incelenmesi, evrendeki eşsiz yerlerin hikayesini öğrenmemizi sağlayabilir. Taşıdıkları içerikler, dünyamızı yaşayan bir gezegen haline getiren antik kimyasal tepkimelerin ortaya çıkarılmasına da yardımcı olabilir.
Yapılan çalışmalarda, bazı gök taşlarının nükleobaz içerdiği bulunmuş. Yaşamın yapı taşları şeklinde adlandırılan bu kimyasallar, DNA ve RNA’nın içerisindeki nükleik asitleri meydana getiriyor. Gök taşları üzerinde yürütülen önceki çalışmalarda, beş önemli nükleobazdan üç tanesi (adenin, guanin ve urasil) tespit edilmiş. Fakat yeni araştırma, bu uzay kayalarında iki tanesinin daha (sitozin ve timin) bulunabileceğini ilk defa gösteriyor.
Çalışmanın baş yazarı ve Hokkaido Üniversitesinde yardımcı profesör olan Yasuhiro Oba, “Gök taşlarında bütün temel DNA ve RNA nükleobazlarının tespit edilmesi, bu moleküllerin yaşamın başlangıcından önce Dünya’ya gelmiş olabileceğini akla getiriyor” diyor. “Diğer bir ifadeyle, Dünya’da yaşam ortaya çıkmadan önceki DNA ve RNA ile ilişkili organik molekül envanteri hakkında bilgi edindik.” Çalışmada yer alan en eski numunelerden birinin tarihi, yaklaşık 4,6 milyar yıl öncesine uzanıyor; yani Güneş sisteminden bile önceye.
Oba’nın araştırma takımı son teknoloji yöntemler kullanarak, farklı zaman ve bölgelerde Dünya’ya düşen üç gök taşındaki karbon yönünden zengin numuneleri incelemiş. 1950 yılında ABD’de keşfedilen Murray meteoridini, 1969’da Avustralya’ya düştüğü görülen Murchison meteoridini ve 2000 yılında Kanada’da bulunan Tagish Gölü meteoridini incelemişler. Sonrasında her numunenin kimyasal profilini araştıran bilim insanları, yaşamın yapı taşlarının yoğunluklarını belirlemişler. Analizin tamamlanması yaklaşık bir yıl sürmüş.
Oba, gök taşlarında beş DNA ve RNA nükleobazına ilaveten 18 başka nükleobazın daha bulunduğunu belirtiyor. Bu durum, söz konusu maddelerin uzayda yaygın şekilde bulunduğunu akla getiriyor. Araştırma takımı, numunelerde bulunan organik bileşenlerin Güneş sisteminin içinde ve dışında mevcut olduğuna karar vermiş.
Oba, elde edilen bulgular arasında en şaşırtıcı olanın sitozinin keşfedilmesi olduğunu; çünkü bu molekülün su ve yüksek sıcaklıklar karşısında kolaylıkla aşındığını söylüyor. Fakat organik yaşamın biçimlenmesi için hem su hem de bir dereceye kadar ısı gerekiyor. Yaşamın izini Dünya’nın orijinal ilkel çorbasına kadar takip etmeye çalışan araştırmacılar, bu bileşenlerin kesin rolünü henüz bilmiyor.
Ancak yine de bazı kuşkucular bulunuyor. Idaho – Boise Eyalet Üniversitesinde kimyager olan ve yeni çalışmada yer almayan Michael Callahan, araştırmacıların bileşenleri kesin şekilde belirlediğine inandığını ancak kendisini bu kimyasalların “gerçekten Dünya dışı” olduğuna ikna edecek yeterlilikte veri bulunmadığını söylüyor.
Bilim insanları, Dünya’ya düşen gök taşlarında yaşamın yapı taşlarını daha önce de bulmuş. 2019 yılında uluslararası bir araştırma takımı, karbon yönünden zengin olan iki asteroitte (birisi Murchison meteoridi) riboz ve diğer biyolojik şekerlere rastlamış. Yaşamın var olması için bu şekerler de gerekli.
Şeker çalışmasına öncülük eden ve yeni makalenin de eş yazarı olan Yoşihiro Furukawa, söz konusu araştırmayla ilgili NASA’ya yaptığı bir açıklamada “Gök taşlarında daha önce, amino asitler de dahil yaşamın diğer önemli yapı taşları da bulunmuştu” diyor. “Fakat şekerler, yaşamın önemli yapı taşları arasında kayıp bir parça olmuştu.”
Dünya dışı şekerlerin kanıtları, gök taşlarının Dünya’da genetik bilgi şeklinde kullanılan organik moleküller taşıyabileceğini gösteriyor. DNA oluşturan tepkimeler evrende yaygın olsa bile, bu uzay kayalarının nihayetinde Dünya’daki yaşama dönüşecek şeyleri getirip getirmediği henüz kesin olarak bilinmiyor. Astrokimya alanı (göksel cisim veya gövdelerin kimyasına dönük çalışmalar), son yıllarda egzotik kimyasal kökenlerimize yönelik bilgi edinmeyi amaçlayan pek çok kuram ve uzay görevine ilham olmuş.
Oba, kendi araştırmasını ilerletmek için bilim insanlarının “daha geniş çeşitlilikte gök taşları ve asteroitlerden alınan örnekler üzerinde analiz yapması” gerektiğini ve nükleobazların Dünya dışı ortamlarda nasıl oluştuğunun daha iyi anlaşılması için daha fazla deney yürütülmesi gerektiğini söylüyor. Bilim insanları, Japon Uzay Keşif Ajansı’nın Ryugu asteroidinden aldığı son örneklerin ve NASA’nın Bennu asteroidine yönelik planladığı uzay görevinin, Dünya dışı organik moleküllerin evrimine ve bu gezegendeki yaşamın kökeni konusundaki rollerine ilişkin önemli tespitler sunacağını da belirtiyor.
Görünüşe göre yıldızları araştırırken, evrene dair sorabileceğimiz en önemli sorulardan biri de kendi tarihimizle ilgili: Bizler gerçekten bu soluk mavi noktaya mı özgüyüz yoksa kimyasal bileşimimiz uzaylıların var olduğunu mu gösteriyor? Bu durumda biz de mi uzaylı oluyoruz?
Yazar: Tatyana Woodall/Popular Science. Çeviren: Ozan Zaloğlu.