1930’ların başlarında, İngiltere kendini çok belirsiz bir konumda bulmuştu. Askeri kuramcılar, bir sonraki savaşa hava kuvvetlerinin ve havadan bombardıman tehdididin egemen olacağını tahmin ediyorlardı; bunda da epey haklıydılar. Nazi Almanyası’nın yükselişiyle birlikte, İngilizler kendilerini aniden çok savunmasız hissetmişti. İngiltere bu sorunu ele almak amacıyla, tehdidi hafifletmeyi umarak bir dizi proje başlatmıştı. Bunlar arasında, havadaki düşman uçaklarını vurabilecek yüksek teknoloji bir “ölüm ışını” da vardı.
Fakat projede böyle bir silah geliştirilememiş olsa da, çok daha faydalı olabilecek bir şey ortaya çıkmıştı. Bu teknolojik buluş, Britanya Muharebesi sırasında Nazilere karşı kazanılan zaferin ayrılmaz bir parçası olacaktı.
Bombacı her zaman başarır
İngilizlerin endişelenecek iyi bir sebepleri vardı. 1. Dünya Savaşı’nın dehşeti, insanların zihninde hâlâ tazeydi. Bunlar arasında, havadan terör yağdırmış birinci nesil Alman bombardıman uçakları ve zeplinlerinin hatırası da yer alıyordu. Fakat muhtemel önlemler açısından ellerinde çok az şey vardı.
İngiltere sadece yirmi yıllık bir zamanda, ada ülkesi olarak sahip olduğu benzersiz üstünlüğü kaybetmişti. Ülke, güçlü donanmasıyla yüzlerce yıldır kendini dışarıdan gelen saldırılardan korumuştu; fakat yeni havai teknolojiler, her şeyi değiştirmişti.
Doğrusu uçaklar, Büyük Savaş’tan beri çarpıcı şekilde gelişmişti ve kısa menzilli uçaksavar silahlar neredeyse kullanışsız hale gelmişti. Ayrıca düşman havaalanlarının 20 dakikalık bir uçuş mesafesinde olması sebebiyle tek düşünülebilen çözüm, düşman saldırısını karşılamak üzere savaş uçaklarını tüm gün boyunca havada konumlandırmaktı. Fakat bu çözümün de hiç savunulabilir bir tarafı yoktu.
1932 yılında Başbakan Stanley Baldwin, Avam Kamarası’nda bu kötü durumu kabullenen bir konuşma yapmış ve gelen uçakları önlemeye yönelik her çabanın, değerli zaman ve kaynakları israf etmek olacağını ilan etmişti. “Sokaktaki insanlar, Dünya üzerinde kendilerini bombalanmaktan koruyabilecek hiçbir kuvvet olmadığını idrak etseler iyi olur” demişti. “Bombacı her zaman başarır.”
Sıradaki savaşa hazırlık
İngiltere’nin bu kadar kolay yenilmeye hazır olmayan Hava Bakanlığı, seçeneklerini düşünmek üzere 1934 yılında Hava Savunması Bilimsel Tetkik Komitesi’ni (CSSAD) kurmuştu. Umutsuzluktan doğan bu girişim, dizginlenmemiş bir teknolojik iyimserlik de barındırıyordu. Sanayi devrimi tamamen olgunlaşmış ve yanında eşi görülmemiş yeni teknolojiler getirmişti. Önceki onlarca yılda elektrik, kablosuz iletişim, arabalar ve uçaklar yükselişe geçmişti. Özellikle askeriye, bilimsel ve teknolojik gelişmelerden nasibini almıştı: Zırhlı tanklar, makineli tüfekler ve tabi ki bombardıman uçakları vardı.
Bu yüzden gelecek, mümkün olabilecek şeyler bakımından umutlu görünmüştü; bu his, bilimsanlarının ve teknoloji uzmanlarının aşırı görünen çözümleri de düşünmelerini sağlamıştı. Teknolojik ilerlemenin yüksek hızı göz önüne alındığında, askeriye alanında kuralları değiştirecek bir sonraki şeyin bir icat uzaklıkta olacağını varsaymak akla yatkındı.
Nazilerin kasabaları, şehirleri ve insanları yok edebilen olan sözde bir ‘ölüm ışını’ geliştirdiklerine dair tatsız bir dedikodu yayılmış; bu durum ise söz konusu olasılık algısını körüklemişti. Bu durum karşısında CSSAD, Almanların esasında böyle bir silah geliştirebilecek kapasitede olup olmadığını ve kendilerinin de bundan bir tane yapıp yapamayacağını öğrenmeye çalışıyordu.
CSSAD cevabı bulmak üzere, Oxford’da eğitim görmüş tanınmış bir kimyacı olan Sör Hery Tizard’ı programın başına geçirmiş ve diğer bir takım yetenekli İngiliz akademisyenleri de göreve çağırmıştı. Araştırmacıların görevi, “düşman uçaklara karşı mevcut savunma yöntemlerini güçlendirmek amacıyla, bilimsel ve teknik bilgi birikiminde meydana gelen son gelişmelerin ne raddeye kadar kullanılabileceğini değerlendirmekti”. Ayrıca; kokpitteki bir düşman pilotunu kızartabilecek, bir uçağın bombalarını infilak ettirebilecek veya bir uçak tepeden uçarken onu yakacak bir parçacık ışını veya elektromanyetik silah üretmenin olasılığını değerlendirmeleri de istenmişti.
Söyleme gerek yok belki ama takım herhangi bir şey bulamamıştı. Bu yüzden Hava Bakanlığı, bir koyunu 100 metreden öldürebilen bir ölüm ışını yapana 1.000 Sterlin ödül vadetmişti.
Ödülü kimse alamadı.
Bunun üzerine İngilizler daha ciddi hale geldi. 1935’in Ocak ayında Hava Bakanlığı’nın Bilimsel Araştırma bölümü müdürü H. E. Wimperis, “gayri resmi olarak ‘ölüm ışını’ şeklinde adlandırılan örnek planlarının uygulanabilirliği” üzerinde hükümete tavsiye vermesi amacıyla Radyo Araştırma İstasyonu’nun başına Robert Watson-Watt’ı geçirdi.
Watson-Watt, böyle bir silahın uygulanabilirliğini değerlendirmek üzere yardımcısı Arnold F. Wilkins’e görev vererek; bir uçağa veya uçaktaki mürettebata hasar vermek için ne kadar enerji gerektiğini hesaplamasını ve böyle bir ışının, düşman bir ulus tarafından halihazırda üretilmiş olup olmayacağını bulmasını istedi.
Fizik kanunlarını göz önüne aldıktan sonra Wilkins, kavramın kuramsal yönden geçerli olduğunu fakat güç gereksinimlerinin, çağdaş teknolojilerin izin veremeyeceği kadar yüksek olduğunu belirtti. Takım, bunun gerçekten zamanın ötesinde bir fikir olduğuna karar verdi. Bu yüzden ikili, 4 Şubat 1935’te Tizard ile Wimperis’e hiç kimsenin bir ölüm ışını yapamayacağını aktardı.
O kadar da ümitsiz bir sorun değil
Böyle bir silah geliştirememiş olmaktan yılmayan Hava Bakanlığı, eli kulağında olan bombardıman sorunu hakkında Watson-Watt ve Wilkins’a danışmaya devam etti. Wilkins ölüm ışını üzerinde çalışırken, radyo tespitinin kendi deyimiyle “o kadar da ümitsiz bir sorun” olmayabileceğini fark etti. Wilkins, (biraz iyi niyetle) bir cisme bir ışın aktarmanın yine de olumlu sonuçlar getirip getirmeyeceğini merak etmişti.
Postane mühendislerinin, BBC direkleri civarında uçan uçakların radyo sinyallerinde parazite sebep olduğunu bildirdiğini hatırlamıştı; mühendisler, buna ‘pırpır’ diyordu. Wilkins, doğru donanımla birlikte tekrar yayılan bir sinyali gönderip gelen bir uçaktan alarak, bir uçak tespit sistemi geliştirmenin mümkün olabileceğini farzetmişti. Bu fikir, her ne kadar ölüm ışını kadar heyecan verici olmasa da bombardıman sorununa bir çözüm niteliğindeydi; fakat bununla beraber çok umut verici soru işaretleri meydana getiriyordu: Gelen uçakları görsel şekilde görmek zorunda olmadan tespit etme kabiliyetinin, hava savaşının doğasını geri dönülmez şekilde değiştirme potansiyeli vardı.
12 Şubat 1935’te takım, Hava Bakanlığı’na bir hava savunma sistemi teklifi sundu. Watson-Watt şöyle belirtiyordu: “Radyo dalgaları aracılığıyla uçağı yok etmek imkansız olsa da, uçağın gövdesinden geri seken radyo enerjisiyle onları tespit etmek mümkün olmalı.”
Sunulan belgeden pek etkilenmeyen Tümgeneral Marshal Dowding, bir tanıtım yapılmasını talep etti. Buna mecbur kaldıklarına sevinen Watson-Watt ile Wilkins, Northamptonshire bölgesindeki Daventry kasabasında bir deney düzeneği kurdular ve eski bir RAF bombardıman uçağını, BBC’ye ait iki radyo direği arasında bir ileri, bir geri uçurdular. Bir yardımcısıyla ufak bir minübüsün içine tıkılan Wilkins, kaba bir katot ışın tüpü ekranında parlayan ve şişen ufak, yeşil bir çizgiye bakarak; uçağın konumunu takip edebilmişti.
Deney işe yaramış; Watson-Watt, İngiltere’nin “bir kez daha ada haline geldiğini” ilan etmişti.
En iyi dönem
İcatlarına RDF (Radyo Tespitiyle Keşif) adını vermişlerdi. Amerikalılar, daha sonra bunu radar (RAdyo Tespit ve Uzaklık tayini) şeklinde adlandırdı. Buluş, hava savaşının ve nihayetinde 2. Dünya Savaşı’nın doğasını sonsuza kadar değiştirmişti.
Radarın, Britanya Muharebesi sırasında zorunlu bir savunma unsuru olduğu ortaya çıkmıştı. Bu savaşta Nazi bombardıman uçakları, 1940’ın yaz ve sonbahar aylarında İngiltere’ye insafsızca saldırmıştı. Başarısız olan saldırıların sonunda Almanya, düşman operasyonlarıyla 1.184 uçağını kaybetmişti; tüm filosunun neredeyse yarısı kadar. Hava üstünlüğü sağlayamayan Hitler, hava indirme yoluyla işgal planlarını iptal etmiş ve gözünü Rusya’ya çevirmişti.
İngilizlerin bu başırısında, radarın önemi gözardı edilemez. Eğer radar olmasaydı, ülke çok daha büyük zarar görebilirdi. Üstelik bunların hepsi, hiç de beklendiği şekilde gitmeyen bilimsel bir sorgulama sayesinde gerçekleşti.
Yazar: George Dvorski/Gizmodo. Kaynaklar: 1, 2, 3. Çeviren: Ozan Zaloğlu.