PETER DOCKRILL
Şehirde yaşamak her zaman kolay değildir. İnsan kalabalıklarıyla ve bu insanların getirdiği hastalık, şiddet, kirlilik ve zararlı böcek gibi sorunlarla uğraşmak zorundasınız.
İnsanlar, bu sıkıntıların hiçbirini yeni yaşamıyor. Aslında, yaklaşık 9.000 yıl öncesine ait en eski şehir merkezlerinden birinin incelendiği yeni bir çalışmada; insanların çok eski zamanlardan beridir şehir yaşamının zorluklarıyla mücadele ettiği gösteriliyor.
Ohio State Üniversitesi’nde çalışan antropolog Clark Spencer’ın önderlik ettiği araştırmacılar, bugün Türkiye olarak bildiğimiz yerde; Neolitik döneme (cilalı taş devri) ait Çatalhöyük yerleşim yerinde bulunan antik kalıntıları incelemişler.
Çatalhöyük, MÖ yaklaşık 7100 yılında kurulmuş ve 1.000 yıldan uzun süredir yoğun nüfuslu bir topluluk olarak varlığını sürdürmüş. Onun bu özelliği, insanlık tarihine yönelik nispeten eşsiz bir arkeoloji görüntüsü sunuyor ve göçebe avcı-toplayıcıların kendi köklerini terk edip şehir yaşamına geçerek, yeni kaderlerini kucakladıkları o zamanı gösteriyor.
“Çatalhöyük, dünyadaki ilk ilkel şehir topluluklarından birisiydi ve buranın sakinleri, pek çok insanı uzun bir süreliğine küçük bir yere koyduğunuz zaman meydana gelen şeyleri yaşamıştı” diyor Larsen.
Her zaman güzel şeyler olmamış. Bir çiftçi olmanın nispî güvenliği için doğayı terk etmek, iyi bir takas gibi gelse de; insanların benzeri görülmemiş ortak bir yaşam biçiminde bir araya gelmesi, avcı ve toplayıcıların daha önce yaşamadığı tehlikeleri de beraberinde getirmiş.
Çatalhöyük, 13 hektarlık muazzam boyutu sebebiyle, dünyanın en önemli Neolitik bölgelerinden biri olma özelliğini taşıyor. Ayrıca buradaki arkeolojik kalıntılar, dikey olarak 20 metreyi aşan katmanlı tortuların içerisinde muhafaza olmuş.
Bu kalıntılar arasında, sayıları 470’i bulan tam iskeletler ve yüzlerce parçadan oluşan insan kalıntıları yer alıyor. Çatalhöyük’ün diğer başarıları arasında, şehrin çekişme hikayesinin büyük bölümünü de bu kemikler anlatıyor.
Birkaç kerpiç evden meydana gelen küçük bir kasabayla başlayan bu yerleşim yerinin kurulma aşamasından sonra Çatalhöyük; yavaş yavaş, nüfusun 3.500 ila 8.000 bireye ulaştığı nihai zirveye evrilmiş.
Bu zirvenin öncesinde, şehir ilk zamanlar büyüdükçe; şehir sakinlerinin şimdilerde baktıkları hayvanlara yakın mesafede yaşaması ve tarıma bağlı yaşam biçimiyle beraber, yeni türden bulaşıcı tehlikeler ortaya çıkmış. Öncesinde dağınık halde yaşayan göçebe gruplar, bu hastalıklarla nadiren karşılaşıyormuş.
“Çok kalabalık koşullarda yaşıyorlardı. Bazılarının evlerinin hemen yanında, çöp çukurları ve hayvan ağılları bulunuyordu” diyor Larsen.
“Bu yüzden, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına katkı yapmış olabilen bir sürü temizlik sorunu vardı.”
Çatalhöyük’teki kemik kalıntıları üzerinde yapılan bir analiz, (kemik yaraları ile tespit edilen) patojen bakterilerin izini ortaya çıkarmış ve bu bakteriler, şehrin ilk döneminde en yüksek seviyedeymiş. Bu sorun, sonraki birkaç bin yıl boyunca azaldıysa da; bir dizi etmenden dolayı varlığını sürdürmeye devam etmiş.
Araştırmacılar makalede şöyle yazıyor: “Daimi ve yıl boyu ikamet, nüfus kalabalığı, asgari temizlik ve kısıtlı, karbonhidrata dayalı beslenme düzenleriyle nitelenen, yoğun yerleşimli megabölge topluluklarının ortaya çıkışı; hastalık yapan mikropların evrim geçirmesi, uyum sağlaması ve bulaşması için uygun şartlar sağlıyor.”
Geçen ay yayınlanan bir başka çalışmada ise, Çatalhöyük’te kurtarılan insan dışkılarında muhafaza olmuş, dünyanın bilinen en eski bağırsak parazitlerinden bazılarının izine ulaşılmış. Ortak atık çukurlarında kolayca yayılabilen parazit, bu durumun bir kısmını destekliyormuş.
Hastalıklara ek olarak, şehir sakinlerinin antik dişlerinde çürük de görülmüş. Bu durum; tahıl ve diğer bitki temelli besinlere fazlasıyla dayanan, besin yönünden zayıf olan bir beslenme düzenini akla getiriyormuş.
Üstelik dahası da varmış. Araştırmacıların düşündüğüne göre nüfus kalabalığı ve bununla ilişkili sosyal stresler, şehir içi şiddetin tetikleyicisi olmuş olabilirmiş. Kafataslarında yapılan analizler, kafaya alınan ve genelde arkadan gelen darbelerin sebep olmuş olabileceği kırıkları gösteriyormuş.
“Kronolojik olarak, kafatası yaralanmaları; Orta Çağ sırasında nüfus boyutu ve yoğunluğunda meydana gelen değişimler sebebiyle kişiler arası şiddetin artış gösterdiğini söyleyen hipotezle uyumlu durumda” diye açıklayan araştırmacılar, şiddet sebeplerinin tartışmaya açık olduğunu da kabul ediyor.
Bu gibi pek çok saldırı kurbanına (bunların yarıdan fazlasının da kadın olduğu tespit edilmiş), birden fazla defa vurulmuş. Bazı kafataslarında ise, tekrarlı çatlak izleri görülmüş; bunların çoğunun, silah olarak kullanılan katılaşmış kil toplarından kaynaklandığı ve bu topların da sapanlardan atılmış olabileceği düşünülüyor.
Fakat şiddet devam etmemiş. Yüzyıllar geçtikçe ve Çatalhöyük kültürü evrim geçirdikçe, bu antik şehrin nüfusu da yavaş yavaş azalmaya başlamış.
Şehir sakinlerinin ayak kemiği şekilleri üzerinde yapılan analiz; yerleşim zamanla ilerledikçe, insanların şehirde daha fazla yürüdüğünü ve kullanılan araziler değişim gösterdikçe insanların daha fazla yayıldıklarını; çiftçilik ile hayvan otlatmacılığının ise şehir merkezinden dışarı doğru uzandığını göstermiş.
Takım şöyle yazıyor: “İnsanların davranış yönünden bu şekilde uyum sağlaması; muhtemelen mevcut kaynakların yerel olarak azalmasına ve bölgesel olarak besin kazanımını kapsayan faaliyet menzilinin genişlemesine karşı verilmiş bir cevaptı. Giderek daha fazla kuraklaşan tabiat ve buna eşlik eden aşırı bitki ve hayvan tüketimi sebebiyle çevresel değişimler meydana gelmiş ve şartlar daha kötüye gitmiş olabilir.”
Araştırmacılar, konuyla ilişkili tüm etmenlerden emin olmanın zor olduğunu fakat yeni kaynak ve ufuk arayışıyla dışarı göç edilmesinin; ilk şehirlerden biri olan bu yer için sonun başladığını gösterdiğini söylüyorlar.
“Çevrenin bozulmasının ve iklimin değişmesinin; topluluk üyelerini, çiftçilik yapmak ve yakacak odun gibi levazımlar bulmak amacıyla yerleşim bölgesinden daha uzağa gitmeye zorladığına inanıyoruz” diyor Larsen.
“Bunlar, Çatalhöyük’ün nihai intikaline katkı yaptı.”
MÖ 5950 yılına gelindiğinde, bir zamanlar gelişen ve büyüyen bu şehir terk edilmiş ve şehir halkı, arkalarında sadece konutlarını ve gömülü iskeletlerini bırakmıştı.
Çatalhöyük miadını doldurmuştu fakat insanları daha fazla şehir bekliyordu. Aslında, daha yeni başlıyorlardı.
Bulgular PNAS bülteninde sunuldu.
ScienceAlert