Olimpiyat sevgisini anlamlandıramayanlar için, işin psikolojisini analiz ettik.
Şu his size de tanıdık gelecektir: İşinize bakıyor, hayatınızı yaşıyorsunuzdur ve birden bire her yer olimpiyat olmuştur. Her markanın reklamında bir olimpiyatçı vardır; TV’deki her reklam kuvvet ve azimle ilgilidir. Gazeteleri, Instagram’ı ve iş yerindeki gündelik sohbeti oyunlar ele geçirmiştir.
Eğer siz de olimpiyatları umursamayan az sayıdaki talihsiz kişiden biriyseniz, her dört yılda bir yaşanan bu hücum bunaltıcı gelebilir. Sonuçta çoğu spor taraftarı, oyunlar düzenlenmediği zaman masa tenisini veya sırıkla atlamayı umursamıyordur. Peki neden birden bu kadar ilgi duyuyorlar?
Görünüşe göre olimpiyatların cazibesi münferit sporlardan ziyade, etkinliğin bir bütün olarak insan ruhunun farklı kısımlarına hitap etme biçiminde yatıyor. Müsabakalar, coşkun taraftarlığın fitilini ateşleyen üç önemli bileşen barındırıyor: Ustaca düzenlenen pazarlama, etkili bireysel hikayeler ve milli gurur için bir çıkış noktası… Bu etmenlerin anlaşılması, oyunların geleneğinin süregelen gücünü anlamanıza; belki de birkaç haftalık olimpiyat ateşine katlanmanıza yardımcı olabilir.
Kârlı bir TV işi
Çağdaş olimpiyatlar hakkında anlaşılması gereken ilk ve en önemli şey, bunların her şeyden önce bir medya ürünü olmasıdır. Evet, Tokyo gibi ev sahipliği yapan şehirler ısmarlama stadyum ve yarış alanları yaparken milyonlarca dolar harcıyor ve evet, bu yarışları izlemek için dünyanın her köşesinden binlerce insan geliyor. Fakat insanların çok büyük bir kısmı, bunları TV ya da internet aracılığıyla izliyor.
Önceden Oregon Üniversitesi’nde işletme profesörü olan ve olimpiyatların ticari cazibesi hakkında bir kitabı bulunan John Davis, her ne kadar biraz zaman alsa da oyunların geçtiğimiz onlarca yılda bu gerçeğe uyum sağladığını söylüyor.
“Dönüşüm, esasında 1984 yılındaki Los Angeles Olimpiyatları’nda başlamıştı” diyor Davis. “O yılın olimpiyatları, gerçek anlamda kâr getiren ilk olimpiyatlardı.” Bu Kaliforniya oyunları, müsabakanın ticari bir olguya ve bir medya olgusuna dönüşmesine yardımcı olmuştu. Ya da Davis’in ifadesiyle, “verimli bir döngüyü ateşlemişti; atletler hayranları, hayranlar medyayı ve medya da sponsorları çekiyordu.” Gösterinin yıldızları, NBA’de yeni bir spor ünlüsü çağını başlatan Michael Jordan’ın önderliğindeki ABD erkek basketbol takımının üyeleriydi.
Davis, neredeyse 40 yıl sonra olimpiyatların hâlâ TV’deki başarısıyla değerlendirildiğini açıklıyor: Dünya tarihinde en çok izlenen 10 yayından altısı son olimpiyatlar. Bunlardan biri de, Rio de Janeiro’da yapılan ve yolsuzluk raporları ile açılış töreninde yaşanan gecikme gibi sorunlarla karşılaşan 2016 yaz oyunları. Fakat oyunlar, ihtilaflara rağmen ABD’de 30 milyon izleyiciyi kendine çekti; bu, neredeyse bir olimpiyat rekoru… Gösteride elde edilen bu başarının en basit açıklaması, Rio’nun saat diliminin New York’un saat diliminden sadece bir saat önde olması ve bu sayede en çok TV izlenen saatlerde büyük kalabalıkları kolayca çekmesi olabilir. Bu yıl Tokyo’da gerçekleşen etkinliğin de koronavirüs salgınına ilişkin endişelere rağmen rekor seviyede izleyici çekmesi bekleniyor. Bu beklentinin sebeplerinden biri de, ana etkinliklerin ABD’deki seyircilere hitap edecek şekilde ayarlanması. Buna göre Japonya’daki atletler, yerel zamana göre tuhaf saatlerde yarışabilir ve sporcuların başarıları, Amerika’da TV’nin en çok izlendiği saatlerde yayınlanabilir.
Kişisel bir şey
Yine de olimpiyatlar, etkinlikteki sporların nispi şöhreti göz önüne alındığında beklenenden çok daha fazla seyirci çekebiliyor. Normalde, en çok TV izlenen saatlerde yüzme ve buz pateni seyredilmez; peki insanları her dört yılda bir bunları izlemeye iten ne?
George Washington Üniversitesi’nde spor yönetimi profesörü olan Lisa Delpy Neirotti, sebebin sporun kendisi değil; albeni olduğunu söylüyor. Durum, sporlara yönelik geliştirilen kişisel hikayelerle ilgili.
“Özel bir anlamı var çünkü [oyunları izleyen] pek çok amatör atlet var” diyor. “Bir noktada yüzücülükte rekabet eden herkes, bir sonraki Michael Phelps olacağını düşünmüş olabilir; neredeyse her küçük çocuk bir noktada tepetaklak olmuştur, belki Simone Biles olabilirler.”
Bireysel atletler bu yüzden bu kadar önemli. Beyinlerimiz, kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz hikayelerin çekimine kapılıyor; hiç olimpiyatçı olmak istememiş olanlarımız bile, zor bir hedef doğrultusunda sıkı çalışmanın verdiği hissi tanır. Bu duygusal yankılanma, Allyson Felix gibi bireysel atletlerin başarısına veya başarısızlığına yatırım yapmamızı kolaylaştırır; özellikle de spikerler, yarışmacıların antrenmanlara ve dünya sahnesinde yer kazanmaya ne kadar fedakarlık yaptığını bize sürekli hatırlattıkları zaman. Sponsorluk anlaşmalarının büyümesi ve internetin gelişi de Biles ve Phelps gibi yarışmacıların kalıcı ünlülere dönüşmesine yardımcı oldu; böylelikle sporcuların hikayeleri, tek bir olimpiyat müsabakasının ötesine uzanıyor.
Davis’in söylediğine göre bireysel performansa yönelik bu odaklanma, olimpiyat izleyicilerinin atletleri geleneksel takım sporu taraftarlarına göre genelde “daha çok affetmesini” sağlıyor. Eğer diyelim ki Fenerbahçe taraftarıysanız ve Sarı Kanaryalar Süper Lig finalinde elendiyse, duvarı yumruklamış olabilirsiniz. Fakat sevdiğiniz 100 metre koşucusu amacına ulaşamayıp bronz madalya kazandıysa, coşkunuzun altın madalyayla ayrılan mazlum tarafa kayması zor değildir.
Sparta için
Olimpiyatlara duyarlı olmamızın başka ve daha ilkel bir sebebi daha var. Bu sebep ise milli gurur.
Çağdaş olimpiyat fikri, 19’ncu yüzyılda yaşayan Fransız aristokrat Baron de Coubertin’in aklından çıkmış. Coubertin, bütün dünyayı barış ve uyum bayrağı altında bir araya getirmenin en mükemmel yolunun spor olduğunu düşünmüş. Bu düşünce o zamanlar mümkün görünmüş olabilir fakat iki Dünya Savaşı ve bir Soğuk Savaş sonrasında, pek uygulanabilir bir şey olduğu tartışmalı.
Colorado Springs – Colorado Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Jeffrey Montez de Oca, olimpiyatların günümüzde milliyetçilik ve vatanseverlik hissi bakımından kansız bir çıkış noktası olduğunu söylüyor.
“Birleşik Devletler’de biz hep rekabeti sevmişizdir” diyor, “ve olimpiyatlar, her zaman siyasi bir alan olmuştur. Hep ülkeler arasındaki rekabetlerle ilgili olmuştur.” Montez de Oca, Soğuk Savaş’ın en yoğun döneminde ABD’nin karşı karşıya kaldığı en büyük güçlüğün, 1980 yılındaki meşhur hokey oyununda yaptığı gibi Sovyetler Birliği’ni yenmek olduğunu söylüyor. Fakat günümüzde daha çok, diğer herkesten daha muhteşem atletler çıkardığımızı göstermek için genel madalya sayısına hakim olmakla ilgili. Her iki şekilde de oyunlar, grup içi aidiyetimize yönelik doğuştan gelen eğilimimize sesleniyor. Bu alışkanlık, atasal geçmişimizde evrimsel kökler barındırıyor. Yapılan araştırmalar, ilk insanların bir kadrodan başka bir kadroya geçmek yerine kendilerini iyi tanımlanmış kliklerle ilişkilendirip tanımladıklarında, hayatta kalmalarının daha muhtemel olduğunu göstermiş. Bunun sonucunda bazı evrimsel kuramcılar, günümüzdeki vatanseverlik hislerinin bu antik bağlılıktan kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyor.
Bu arada diğer ülkeler daha dar ve daha özel tutkular taşıyor. Karısı Japon olan Montez de Oca, Japonya’daki olimpiyat taraftarlarının genel sayılarda hakimiyet kurmak yerine, diğer küçük ülkelerden daha fazla madalya kazanma yanlısı olduklarını söylüyor. Hindistan veya Norveç gibi diğer ülkelerde, izleyiciler okçuluk veya biatlon gibi daha düşük izlenme sayısına sahip etkinlikleri tercih ediyor olabilir. (Bu olgunun belki de en meşhur örneği, 1993 tarihli Üşütük Popolar filmiyle ölümsüzleştirilen ve galip gelmesi beklenmeyen Jamaikalı erkek kızak takımıydı.)
O halde ana fikir, olimpiyatların pek sporlarla ilgili olmadığı; bizim onlara
yüklediğimiz anlamla ilgili olduğudur. Bu durum, yan daireden gelen yayın sesini
daha çekilir yapmayabilir fakat ilgisiz seyirciler için katılım engelinin çok da
yüksek olmadığı anlamına geliyor. Eğer bu yaz boş zaman bulursanız, belki de
TV’yi açıp biraz hızlı tırmanma izleyebilirsiniz. Belki de kendi çabalarıyla oraya
gelen ve altın madalya için rekabet eden hayalperestlerden birine karşı zayıf bir
yönünüzün olduğunu keşfedersiniz.
Yazar: Jake Bittle/Popular Science. Çeviren: Ozan Zaloğlu.