2007 yılında fizikçi Freeman Dyson biyoteknoloji hakkında kaleme aldığı “Biyoteknoloji Geleceğimiz” isimli makalesinde gelecek hakkında şöyle bir tahminde bulunmuştu: “Biyoteknolojinin evlerimize girmesiyle birlikte elli yıl içerisinde, bilgisayarların hayatımızdaki yeri gibi, bu teknoloji de hayatımızın en önemli parçası hâline gelecek.”
Dyson’ın gelecek hakkındaki tahminleri, kulağa gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler gibi geliyordu. Düşünsenize çocukların minyatür dinozorları biyoteknikle yaratabildiği ve yetişkinlerin evlerini elektrik üreten ağaçlarla besleyebildiği bir gelecekten bahsediyoruz. Ancak geçtiğimiz sekiz yılda, yaşamımız Dyson’ın öngörüsüne doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı.
Bugün biyoteknolojinin geldiği nokta, birkaç yıl önce hayal ettiğimiz noktadan oldukça farklı bir yerde konumlanmış durumda. Bazı şirketler artık kimyasal maddeleri yaratmak için mikroplardan yararlanıyorlar. Renk değiştirebilen çiçekler icat ediyorlar ve yeni evcil hayvanlar üretiyorlar. Mantarlardan ve bakterilerden tuğla üretiyorlar. Petri kutularında et üretiyorlar ve genetiğiyle oynanmış mayadan elde edilen örümcek ağlarından elbiseler üretiyorlar.
Medeniyet tarihinin hiçbir aşamasında, doğadaki şeyleri değiştirebilme açısından şu anda elimizde bulunan türden bir gücümüz olmamıştı. Bu gücü nasıl kullandığımız ise bir soru işareti çünkü genetik mühendisliği henüz birkaç on yıllık bir bilim dalı. Biyoteknoloji alanında yer alan sentetik biyoloji gibi yeni uzmanlık alanları ise çok daha yeni. Birçok endüstri biyoteknolojiyi bünyesine adapte etmeye başlamış durumda. Ancak şu da bir gerçek ki biyoteknoloji sadece serbest piyasanın ellerine bırakılması gereken bir şey değil. Tasarım konusunu da biyoloji mühendisliğinin içine dahil etmemiz gerekli. İnsanlara ve insanların deneyimlerine odaklanan tasarımcılar, yeni teknolojinin getirdiği avantajları ve dezavantajları bilim adamlarının ve yatırımcıların göremediği şekilde görebilme yetisine sahipler.
İyi tasarımcılar uygulama aşamasının uzmanlarıdırlar. Çünkü teknolojinin başka ne şekilde kullanılabileceğini düşünürler ve bulurlar. İnsanların bu ürünleri nasıl kullandıklarına ve bu ürünlerin kültürü nasıl şekillendirdiğine odaklanırlar. İyi tasarımcılar ürünlerin daha büyük sistemlerin içine nasıl entegre olduklarını anlarlar ve sistemlerin zaman içerisinde nasıl çalıştıklarını da algılarlar. İşte bu tarz bir düşünce yapısı, biyoteknoloji alanında tam da ihtiyacımız olan türden.
Günümüzde, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan biyotasarımcılar, biyoteknolojinin nimetlerinden nasıl faydalanabileceğimiz konusunda kafa yormakla meşguller. ABD internet sitemiz dahilinde açılan, Biodesign Challenge blogu da tasarımcılara ve onların dünyalarına odaklanacak. Birlikte biyoteknolojinin yeni kullanım alanlarını keşfedecek ve yeni maddeleri, ürünleri ve yaşayan şeyleri nasıl frklı şekillerde kullanabileceğimizi göreceğiz. Muhtemel uygulamalar üzerindeki tartışmaları ve tehlikeleri dillendireceğiz. Bütün bunları yaparken de tasarım, biyoloji ve mühendislik üçgeninde çalışan, dünyanın en yaratıcı insanlarıyla tanışacağız.
Yaşam, eşi benzeri olmayan bir şeydir. Çelik bir kirişin kendiliğinden yetiştiğini ve bir binaya dönüştüğünü göremezsiniz. Bunu organizmaları oluşturan hücrelerin yaptığını görebilirsiniz. Biyolojinin ve tasarımın birleştiği bu alanda, bu blogumuzla birlikte biyoteknolojiyle geleceğimizi nasıl şekillendireceğimizi keşfetmeye çalışacağız.