MIKE MCRAE
Biz insanlar, yaşayan en yakın primat akrabalarımızla karşılaştırıldığımızda; kemiklerimizde biraz daha fazla dolgu malzemesi taşıma eğilimi gösteriyoruz. Cips ve Televizyonun olmadığı bir beslenme düzeniyle bile, evrim; bizi bu yağ stoğuyla baş başa bırakıyor.
Farklı primatlara ait yağ dokuları üzerinde yapılan bir incelemenin sonucunda, bu durumun kısmen; hücrelerin DNA’yı paketleme şeklinden kaynaklanabileceği bulunmuş. Hal böyle olunca da; yedek lastiğimizi, kolayca yanan yağ türlerine dönüştürmemiz zor oluyormuş.
Duke Üniversitesi’nde çalışan biyologlar, şempanzeler ve makak maymunlarından farklı olarak; insanların, yağ hücrelerinde yer alan kalori dönüştürücü gen dizilerine kolayca erişemediğini bulmuşlar. Bunun sonucunda; yağlı dokumuzda depolanan zengin lipid kaynakları, biz onları yakmaya çalışmadıkça orada durma eğilimi sergiliyormuş.
Bu durum, Televizyon karşısında atıştırmanın getirdiği yeni bir olgu da değilmiş. Diğer primatlar yaban hayatında yüzde 9’dan daha düşük vücut yağı barındırmaya eğilimliyken, sağlıklı insanlar ise bu miktarın iki katı kadar yağı kolayca taşıyabiliyorlarmış.
Duke Üniversitesi’nde işlevsel genombilim araştırmacısı olan Devi Swain-Lenz, “Bizler şişman primatlarız” diyor.
İnsan ve şempanze DNA’sındaki rastgele herhangi bir gen dizisinin, sadece yüzde birkaçlık fark gösterdiği düşünüldüğünde; metabolik yönden böylesine önemli bir fark olması daha da ilginç hale geliyor.
Swain-Lenz ve araştırma takımı, gen kodlamasında bulunan ufak farklılıkların, nasıl bel çevresindeki büyük farklardan sorumlu olabildiğini öğrenmek için; şempanzeler, insanlar ve daha uzak bir akraba olan al yanaklı maymunların yağ depolayan adipoz dokularından örnekler almış.
Aslında, bilmeniz gereken iki tip yağ dokusu var: Bunlar kahverengi ve beyaz yağ dokuları. Kahverengi adipoz dokusu, yağı; enerjiyi dönüştüren mitokondriyle çevrelenmiş küçük damlacıkların içerisinde tutuyor. Temel amacı, sıcaklık düştüğü zaman titreyen kaslara güç sağlayarak, ısı oluşumu için hızlı bir şekilde yakıt sağlamak.
Beyaz yağ ise, kendi depolarını inatçı bir şekilde tutuyor ve hem yedek bir yakıt ikmali sağlıyor; hem de fiziksel bir koruma katmanı ve ısıl yalıtım görevi görüyor. Bolluk zamanlarında artan ve araştırmacıların en çok ilgilendiği yağ dokusu da bu.
Araştırma takımı, genetik bir seviyede neler olabileceğini daha iyi anlamak amacıyla, ‘hizmete hazır’ olan DNA bölgelerini aramış. Uzun DNA iplikleri, genelde hücrelerin içerisinde korunmalı şekilde sarılmış ve proteinlerin etrafına sarmalanmış haldeler. Açıkta kalan bölgeleri, dizileri çoğaltıp destekleyen ve erişimi kolay olan taslaklardan meydana geliyor.
Bu sözde açık kromatin bölgeleri, insanlar ve diğer iki primat arasında kayda değer miktarda farklıymış. Aslında; şempanzelerle kıyaslandığı zaman, insanlarda erişimi daha kolay veya daha zor olan bölgelerin sayısı 3.000’in hemen altındaymış.
Bir diğer önemli nokta ise; insanlardaki erişimi daha zor olan 780 bölümün pek çoğunun, komşu genleri düzenlemesi ve bunların da önemli bir kısmının, bir şekilde lipid metabolizması ile ilişkili olmasıymış.
Bu gömülü dizilerden biri olan ve çekirdeksel etmen 1-A adı verilen bir kayıt etmeni, daha önce kahverengi yağ dokusunun inşasıyla ilişkilendirilmiş.
Bu proteinin geni, insanlarda ve şempanzelerde büyük oranda aynıymış. Ancak bu genin, bizim bohçalanmış DNA’mızda daha örtülü durumda olması; neden kahverengi yağ yerine beyaz yağı daha çok biriktirmeye meyilli olduğumuzu açıklamaya yardımcı olabilirmiş.
Şempanzelerle yollarımızı ayırdığımız milyonlarca yıldan beri, insanların niçin bu yağ dönüştüren bölgeleri örtmek üzere evrimleştiği gibi çeşitli sorular akla geliyor.
Beyin boyutu, bu konuda uygun bir cevap gibi görünüyor. Bizimkiler üç kat büyürken, şempanze beyinleri neredeyse hiç yerinden oynamamış. Daha büyük olan bir sinir sisteminde, enerji ihtiyaçları da kayda değer miktarda olur. Bu yüzden vücutlarımızın, enerji stoklarımızda bol beyaz yağ şeklinde ilave güvenlik önlemi alması mantıklı görünüyor.
Ancak, genlerimizi didik didik ettik diye de; yağ dağılımımızı kolayca karara bağlamış olmuyoruz.
“Belki de açmamız veya kapatmamız gereken bir gen grubu bulabiliriz. Fakat o noktadan hâlâ çok uzağız” diyor Swain-Lenz.
“Bunun, bir lambayı açmak kadar kolay olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunu uzun zaman önce çözmüş olurduk.”
Araştırma, Genome Biology and Evolution bülteninde yayınlandı.
ScienceAlert