Kızılötesini çıplak gözle göremeyeceğimizi hepimiz biliriz. Oysa yeni bulgular; doğru koşullar altında bunu yapabileceğimizi söylüyor.
Genelde hepimiz en çok görme duyumuza güveniriz. Oysa söz konusu gözlerimiz olduğunda oldukça kısıtlı bir alana hapsolmuş durumdayız. Çünkü elektromanyetik tayfın sadece görülebilir ışık spektrumunu algılayabiliyoruz. Bu dalgaboyu 400 ve 700 nanometre aralığına karşılık gelmekte. Kızılötesi ise daha düşük enerjili fakat daha uzun dalgaboylarındaki elektromanyetik ışımalardan oluşuyor. Bu nedenle onları göremediğimiz sanılıyordu.
Washington Üniversitesi St. Louis Tıp Fakültesi araştırmacıları bunun aksini kanıtladı: Doğru koşullar altında, retinamız kızılötesi ışığı algılayabiliyor. Araştırmacılar insan ve fare retinası üzerinde yaptıkları testlerde belirli aralıklarla kızılötesi ışın yayan oldukça güçlü lazerler kullandılar. Işınların aralıkları kısaltılıp art arda ışık verildiğinde, retinada ışığı algılayan hücrelerin normalden iki kat daha fazla algılama kapasitesine sahip olduğu görüldü. Bu durum gerçekleştiğinde kızılötesi ışığı görebilir duruma geliyoruz.
Araştırma grubundan Vladimir J. Kefalov; “Bu deneylerden öğrendiklerimizi, doktorlara son derece kapsamlı göz kontrolleri yapabilecekleri yeni aletler geliştirmek için kullanıyoruz. Bu sayede retinanın belirli bölgelerini uyararak gözün sağlıklı çalışıp çalışmadığını da anlayabilecekler” diyor. Özetle, bu keşfin yakın gelecekte oldukça pratik uyguma alanları bulacağı kesin.
Keşif tamamen tesadüf eseri gerçekleştirildi. Araştırmacılar kızılötesi lazerlerle çalışırken bazen ani bir şekilde parlayıp sönen yeşil ışıklar gördüklerini söylüyorlardı. Tabii onların kullandıkları lazerler, zaman zaman hepimizin eline geçen lazer işaretçilerden çok daha güçlü. Dolayısıyla insan gözü üzerindeki etkisi de farklı. Onlar bu durumu raporladıklarında kızılötesi ışınları görmeye başladıklarını fark etmişlerdi. Bunun üzerine, böyle garip bir durumun nasıl gerçekleştiğini anlamak için yeni bir araştırma başlatıldı. Aslında bu araştırmadan önce de kızılötesi ışığı gördüğünü söyleyen bazı insanlar olmuştu. Grup önce raporlanan tüm vakaları araştırmakla başladı. Kızılötesi ışığı gördüğünü söyleyenlerin, hangi koşullar altında bunu yaşadıkları anlaşılınca aynı koşullar deneyde tekrar oluşturuldu.
Gruptan Frans Vinberg deneyi şöyle özetliyor: “Birçok lazer kullanıp hepsinin ışığı yollama aralıklarını farklı ayarladık. Ortak özellikleriyse tam olarak aynı sayıda foton yayıyor olmalarıydı. Ve fark ettik ki; aralık düşürülüp atış hızı artırıldığında görülme şansı da artıyordu.” Böyle bir durumda atışlar arasındaki zaman dilimi çok kısa olduğundan, göz iki ışın arasındaki bu boşluğu algılayamaz duruma geliyor. Normalde ışığın parçacıkları retina tarafından absorbe edildiğinde fotopigment molekülleri ortaya çıkıyor ve ışığı dönüştürerek görmemizi sağlıyorlar. Tek bir foton için bile bir grup fotopigmentin bir araya gelerek çalışması gerek. Araştırmadaysa çok kısa bir zaman diliminde çok daha fazla sayıda fotonun retinaya ulaşması sağlandı. Büyük bir hızla ve çok sayıda gelen fotonlara karşılık, fotopigmentlerin de tek başlarına çalışmaya başladığı anlaşıldı. Hatta tek bir fotopigment nadiren de olsa aynı anda iki fotonu birden kendine çekebiliyor olduğu görüldü. İşte bu durum meydana geldiğinde, iki parçacığın enerjisi birleşiyor ve pigment aşırı aktif hale geliyor. Sonuçta kızılötesi ışığı görmeye başlıyoruz. Bu esnada tek fotopigmente ulaşan çift fotonun dalgaboyu 1.000 nanometreye eşit oluyor. Ama tek bir fotonun enerjisini iletip 500 nanometre olarak algılanıyorlar. Bu da görülebilir spektrum içinde olduğundan gözümüz o anda ışığı rahatlıkla algılayabiliyor. Araştırmacılar yeni geliştirmeye başladıkları teknolojik tanı cihazları için bu çift foton mekanizmasını kopyalıyorlar.