İtalyan araştırmacılar tarafından yakın zaman önce yayınlanan bir çalışma, Akdeniz usülü bir beslenme düzenine bağlı kalmanın, 2. tür diyabete karşı koruma sağlayabileceğini gösteriyor. Söz konusu tez, bu beslenme düzeninin sahip olduğu mucizelere dikkat çeken uzun bir araştırma hattının içinde bulunuyor; peki bu bulgulardan ne çıkarmalıyız?
Akdeniz diyeti, ismine rağmen daha çok Türkiye, Yunanistan ve güney İtalya’nın 1950 ve 1960’lardaki beslenme geleneklerine dayalı bir yaşam şekli durumunda. O zamanlar bu bölgelerdeki kronik hastalık oranları dünya genelinde en düşüktü ve yetişkin yaşam beklentisi en yüksekti.
Gıda ve yaşam
Akdeniz usülü beslenme düzeni, basit bir şekilde açıklamak gerekirse omega-6 yağ asitleri bakımından düşük ve omega-3 yağ asitleri (zeytin yağından gelen) bakımından zengin olan sağlıklı bir beslenme düzenidir.
1950’lerde Yunanistan ve güney İtalya’daki insanlar daha fakirdi ve sonuç olarak haftada sadece bir defa kırmızı et yiyorlardı. Yiyeceklere tat katmak için tuz yerine sık sık otlar ve baharatlar kullanılıyordu.
Genelde her gün yaklaşık dokuz porsiyon meyve ve sebze ile haftada en az iki defa uskumru, ringa, sardalya ve hamsi gibi balıklar yiyorlardı. Yumurta, süt ürünleri ve kümes hayvanları da düzenli olarak tüketiliyordu fakat bugünkü batılı beslenme düzenlerinden daha küçük porsiyonlarda tüketiliyordu.
Dondurma gibi tatlılar sadece aile gezintilerinde ve bayramlarda evde yeniyordu. İnsanlar işlenmiş ve tütsülenmiş etleri sadece ufak porsiyonlarda tüketiyorlardı. Tütsüleme, gıda ithalatı yaygın olmadığı için, yerel gıdanın tüketim süresini uzatma yöntemi olarak kullanılıyordu.
Akdeniz beslenme düzeniyle ilişkili pek çok yaşam şekli öğesi bulunuyor. Yemekler, arkadaşların ve ailelerin bir araya gelerek yemeklerin olduğu kadar birbirlerine eşlik etmenin de keyfini çıkardığı sosyal bir atmosferin merkezinde bulunuyordu (ve hâlâ öyleler). Alkol (çoğunlukla kırmızı şarap) ölçülü miktarda tüketiliyordu.
İnsanlar ayrıca sıcak bir iklimde sebze yetiştirmek, balık tutmak veya hayvanların bakımıyla meşgul olmak gibi birçok bedensel iş de yapıyordu. Tütsülenmiş etlerden gelen tuz, iş günü boyunca kaybolan şeyin yerini alıyordu.
Genel olarak, besinsel kalori alımı günlük hareket ile dengeleniyordu. Bugünlerde insanlar fiziksel olarak aktif olan aynı türden işlere sahip değiller ve bu yüzden tütsülenmiş veya işlenmiş besinleri bu kadar sık yiyemezler.
Nasıl biliyoruz?
Geleneksel Akdeniz beslenme düzeni ile daha düşük hastalık, rahatsızlık ve ölüm oranları arasındaki bağlantı hakkında ilk olarak 1995 yılında yazılmıştı.
O zamandan beri, bu beslenme düzeni ile kalp damar hastalıkları ve Alzheimer gibi kronik hastalık tehlikelerinin azalışı arasındaki ilişkiyi araştıran pek çok çalışma yapıldı.
Bu çalışmalar farklı ülkelerde ve farklı etnik gruplar üzerinde yürütüldü. Bu durum, Akdeniz beslenme düzeninin faydalı etkilerinin, farklı insan nüfuslarına aktarılabildiğini öne sürüyor.
Beslenme verilerini toplamanın çeşitli yöntemleri bulunuyor ve bunlar arasında tartılan gıda kayıtları (üç veya dört boyunca yiyip içtiğiniz bütün şeyleri tartmak), 24 saatlik beslenme hatırlaması (bir görüşmede bir araştırmacıya son 24 saat içinde yiyip içtiğiniz her şeyi anlatmak) ve besin sıklığı anketleri (her birinin miktarı ve sıklığı ile tüketilen yiyecek ve içeceklerden oluşan bir liste) bulunuyor.
Tüm bunlar, gıda alımını bildirmede, porsiyon boyutlarını tahmin etmede ve besin içeriğini belirlemede oluşan hatalara yatkınlar. Bu kusurlara rağmen veriler, analiz yapmak amacıyla besinsel kalıplara bağlı kalma konusunda yeterli bilgiyi hâlâ sağlayabiliyor.
Kaybolan bir yaşam şekli
Diğer gelişmiş ülkeler gibi Yunanistan ve İtalya da artık süpermarket çağına ve saldırgan gıda kolaylığı pazarına girdi. Çok övülen Akdeniz beslenme düzeninin büyük bir kısmı artık mevcut değil.
İnsanlar köylerden şehirlere yaşamaya geçtikçe, daha çok oturarak yapılan işlerde daha uzun saatler çalışıyorlar. Bu durum, yemek hazırlamak için daha az zamanın olması ve daha az kalori harcanmasıyla sonuçlanıyor.
Ayrıca et daha erişilebilir halde ve daha sık tüketiliyor. Bu yüzden Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde obezlik oranlarının artması şaşırtıcı değil.
Dahası, Akdeniz beslenme düzeninin parçası olarak tüketilen geleneksel ev yapımı veya yerel şekilde yetişmiş meyve ve sebzeler, bugün tarla ve süpermarket arasında uzun bekleme sürelerine maruz kalıyor. Bu süreyi, taze besinlerin market veya evdeki raflarda geçirdiği süreye eklerseniz, meyve ve sebzelerdeki faydalı bileşenlerin seviyesinde ciddi bir azalma elde edersiniz.
Çoğu insan, tazeliğin çok önemli olduğunu farketmiyor. Meyve ve sebzeler toplanır toplanmaz ya bakteriler, küf ve mantar ile, ya da kendi iç enzimleri yoluyla bozulmaya başlıyorlar.
Bu durumun üstesinden gelmenin bir yolu da, genelde toplandıktan çok kısa bir süre sonra dondurulan ve bu sayede vitamin ve mineral seviyelerini koruyan donmuş meyve ve sebzeler kullanmak.
Fakat en iyi seçenek, taze ürün sağlayan ve yerel tarım topluluğunu destekleyen yerel çiftçilerin pazarlarından meyve ve sebze almak.
Hâlâ Akdeniz beslenme düzeninin ve bununla ilişkili yaşam şeklinin hangi yönlerinin en faydalı olduğunu belirlememiz lazım. Ancak, kronik hastalık tehlikemizi azaltmaya yardımcı olmak amacıyla hepimizin bu düzene uymaya çalışması gerektiği açık.
Samantha Gardener / Edith Cowan Üniversitesi
(Samantha Gardener, bu makaleden fayda sağlayacak olan hiçbir şirket veya oluşum için çalışmaz, onlara danışmaz, onlar üzerinde pay sahibi değildir veya onlardan sermaye almaz ve ilgili hiçbir ilişkisi yoktur.)
The Conversation