Dünya’daki Türler, Şimdi Doğal Hızın 1.000 Katı Hızda Yok Oluyor

0

Bu işte hepimiz beraberiz.

Beyaz gergedan Sudan bu yılın başlarında bakıcıları tarafından uyutulduğunda, savannanın en simgesel alttürlerinden birinin neslinin tükendiği onaylanmıştı.

Doğaseverlerin onlarca yıldır süren gayretlerine rağmen (bunlar arasında “dünyadaki en uygun bekar” unvanlı hayvan için açılan sahte bir Tinder profili de yer alıyor) Sudan, isteksiz bir eş olduğunu kanıtladı ve öldü. Kendisi, türünün son erkeğiydi.

Geriye kızı ve kız torunu kaldı; fakat tüp bebek yöntemi konusunda bir mucize olmazsa, neslin tükenmesi an meselesi.

Kuzey beyaz gergedanın yası elbette tutulacak; tıpkı resimli kitaplardaki, belgesellerdeki ve peluş oyuncak koleksiyonlarındaki diğer kahramanlarda olduğu gibi. Peki bu kadar merak etmediğimiz veya belki de hiç farkında olmadığımız türler ne olacak?

Gösterişsiz kurbağalar, can sıkıcı böcekler veya çirkin mantarlar için de üzülür müyüz? Sonuçta, tabiatta yok olmak kaçınılmaz bir şey; hatta bazıları buna “evrimin motoru” bile diyor. O halde yok olmak, bizim için önemli bir şey olmalı mı?

Her şeyden önce, biyolojik çeşitlilik kaybına karşı güçlü ve gerçekçi iddialar bulunuyor. Bireysel genlerden türlere kadar olan çeşitlilikler, değişim karşısında ekosistemlere esneklik sağlıyor. Ekosistemler ise gezegeni istikrarlı halde tutuyor ve insanların refahı için zorunlu olan hizmetleri sağlıyor.

Ormanlar ve sulak alanlar kirletici maddelerin su tedariğine girmesini önlüyor, mangrovlar fırtına dalgalarını azaltarak kıyıları koruyor ve şehir bölgelerindeki yeşil alanlar, şehir sakinlerinde zihinsel hastalık oranlarını düşürüyor.

Biyolojik çeşitlilik kaybının devam etmesi, bu hizmetlerin çok daha fazla bozulmasına sebep olacak.

Bu doğrultuda, kaynakların tüketilmesi ve insanların tabiat üzerinde gerçekleştirdiği büyük değişimler sebebiyle çevreye verilen zarar son derece yüksek görünüyor.

Dünya daha önce hiçbir zaman bu kadar fazla bozukluğu aynı anda yaşamamıştı. Üstelik gezegenimize bu kadar zarar verirken, üzerinde yaşayan yedi milyar insanı koruyabileceğimizi varsaymak da epey büyük bir kumar doğrusu.

Dünya’nın doğal kaynaklarının serbest bir şekilde yağmalanması, kanıtları inceleyecek cesareti olanların kesinlikle endişelenmesine yol açmalı. Fakat yok oluşun başlı başına bir sorun olduğunu belirtmekte fayda var.

Çevreye verilen zararların bazıları geriye çevrilebilir, bozulan bazı ekosistemler yeniden hayata döndürülebilir. Fakat yok oluş, geri döndürülemez bir sondur.

Oransız kayıplar

Tehlike altındaki türler üzerinde yapılan çalışmalar, bu türlerin özelliklerine bakarak bir türün yok olmasının ne kadar muhtemel olduğunu tahmin edebileceğimizi gösteriyor.

Örneğin vücutları daha büyük olan hayvanlar, daha ufak boylu hayvanlara göre yok olmaya daha yatkınlar; aynı şey, besin zincirinin tepesindeki türler için de geçerli.

Bitkilerde ise üstbitken şekilde (başka bir bitki üzerinde fakat parazit olarak değil) büyümek, geç olgunlaşmada olduğu gibi daha büyük bir tehlike oluşturuyor.

Bu durum, bir ekosistem içinde yok olmanın rastgele şekilde gerçekleşmediği; benzer işlevler yürüten benzer türleri orantısız şekilde etkilediği anlamına geliyor.

Ekosistemlerin tozlaşma veya tohum dağılımı gibi belirli roller için belirli organizma gruplarına bağlı olduğu göz önüne alındığında, böyle bir grubun kaybolması halinde oldukça büyük bir bozulma meydana gelebilir.

Sadece tıp uzmanlarını öldüren bir hastalık olduğunu hayal edin; toplum için bu durum, benzer sayıda insanı rastgele şekilde öldüren bir hastalıktan çok daha yıkıcı olur.

Rastgele olmayan bu kalıp, evrimsel “yaşam ağacına” kadar uzanıyor.

Yakın akraba olan bazı tür grupları, tehlike altındaki bölgelerle sınırlanmış durumdalar (ör. Madagaskar’daki Madagaskar maymunları) veya hassas özellikleri paylaşıyorlar (ör. etçiller). Bu sebeple evrim ağacı, eşit şekilde dağılmış yapraklardan ziyade bütün dallarını kaybedebilir.

Ay-ay ve tuatara gibi az miktarda yakın akrabası bulunan bazı türler de yüksek tehlike altında. Onların yok olması, ağacın şeklini orantısız olarak etkilemenin yanısıra bu canlıların sahip olduğu ilginç ve muhteşem doğa tarihi öykülerinin de silinmesine sebep olacak.

Karşıt görüşlerin en olağan dışı olanı, yok olma konusunda endişelenmememizi, çünkü bunun “doğal bir süreç” olduğunu ileri sürüyor. Öncelikle, ölüm de doğal bir süreç fakat bu durum, ölüme uysalca boyun eğdiğimiz anlamına gelmiyor (özellikle çok erken şekilde veya başkalarının elinden değil).

İkinci olarak ise fosil kayıtları, mevcut yok oluş seviyelerinin doğal arka plan hızından yaklaşık 1.000 kat daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yok oluş seviyesi; doğal yaşam alanı kayıpları, avlanma, iklim değişikliği ve istilacı türler ile hastalıkların gelişi sebebiyle şiddetlenmiş.

Yüzergezer canlılar, çevresel değişikliklere karşı özellikle hassas gibi görünüyor: Tahmini yok oluş hızları, doğal oranlarının 45.000 katına kadar çıkıyor. Bu yok oluşların çoğu kayıt altına alınmadığından, hangi türleri kaybettiğimizi bile bilmiyoruz.

Hesap edilemez bir maliyet

Peki dünyanın daha düşük miktarda kurbağa türü içermesi gerçekten önem taşıyor mu? Varsayımsal olarak küçük, kahverengi bir Afrika kurbağasını ele alalım ve kendisi, içinde yaşadığı akarsuyu kirleten zehirli atıklar yüzünden yok olmuş olsun. Bilim, kurbağayı hiç tanımlamamıştı. Bu yüzden kimsenin kurbağanın kaybından haberi yok.

Devam eden kitlesel yok oluşun bir sonucu olarak; felaket filmini andıran ekosistem çöküşünü bir kenara koyarsak, kurbağanın kendine özgü değeri de bir görüş meselesi.

Milyonlarca yıl boyunca evrimleşerek özgün nişine uyum sağlamış. Biz yazarlara göre mükemmel şekilde dengelenmiş olan bu benliğin kaybı, dünyayı daha küçük bir yer haline getiriyor.

Fakat biyolojik çeşitlilik ile yan yana yaşamak zorunda değilseniz, bu konuyu ahlak bakımından değerlendirmek zor değil. Bir insanın doğa harikası dediği şey, bir başkasına işkence gibi gelebilir; mesela bir orangutan, fakir bir çiftçinin ekinlerini yağmalayabilir veya bir leopar, bir çobanın çiftlik hayvanlarını kapabilir.

Hastalığa sebep olan mikroplar da hayatın zengin dokusunun bir parçasıdır fakat kaçımız çiçek hastalığının kökü kuruduğu için yas tutuyoruz?

Peki yok olma konusundaki hoşnutsuzluğumuz nereye kadar varmalı? Bu soruyu cevaplayamayız; fakat bütün iyi felsefe bilmeceler gibi bu da herkese ait bir sorudur ve dünya çapındaki okullarda, kafelerde, barlarda ve pazar yerlerinde tartışılmalıdır.

Hepimiz aynı fikirde olmayabiliriz fakat yok oluşun erişim alanı genişliyor, bu yüzden onu kontrol etmek istiyorsak fikir birliğine varmamız ve acilen eyleme geçmemiz gerekiyor.

 

 

 

 

Yazarlar: Biyolojik çeşitlilik ve çevre araştırmaları öğretim üyesi Elizabeth Boakes ve araştırma görevlisi David Redding – College London Üniversitesi/The Conservation. Çeviren: Ozan Zaloğlu.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz